17 Ağustos 2021
Elif Ören
O gece, ruhuna rahmet anneannemin evindeydik. Pazartesi günü teyzemin kına gecesi olmuştu, ertesi gün düğünü olacaktı, olamadı…
Düğün telaşı olan kalabalık bir ev, bir sürü misafir var. Arka odada tüm çocuklar yatmışız bir yatağa, zaten ufacığız. Gece korkunç bir sallantı herkesi uyandırdı.
Sallanıyoruz ama hem de ne sallantı. Ne bileyim ben nedir deprem, adını bile duymamışım daha önce. Uyku sersemi sanıyorum ki gece eve gidiyoruz, arabadayız ve araba sallanıyor.
Ben çocukluğumda çok hayalperesttim. Kafamın içinde gerçekten hayali bir film dönerdi sanki. Şimdi de hayal kurmayı severim ama çocukken başka bir yaratıcılık vardı ya o ayrı. Neyse.
Rahmetli anneannem telaşla “Zelzele, zelzele oluyor. ” diyor. Deprem kelimesinden önce zelzeleyi öğrendim ben, 9 yaşındaydım. Teyzelerimin biri çocukları toparlayıp dışarı çıkarmaya çalışıyor, boy boyuz. Elektrikler yok tabii, herkes telaşla karanlığın içinde koşturup dışarı çıkmaya çalışırken ben kapının eşiğine yığılmış ayakkabıların içinde terliklerimi arıyorum.
Ve apartmanın önüne iniyoruz, herkes caddede. Arabaların geçtiği ana caddenin kenarına ağaç gövdeleri istiflemişler. Biz de oraya ve kaldırımlara oturduk. Rahmetli anneannemin eteğine yapışmışım; neler oluyor bu bir rüya mı, gerçek mi diye idrak etmeye çalışıyorum ve anneanneme soruyorum:
“Ne oluyor anane?”
Korkmuş ve telaşlı bir ses tonuyla ama sakin bir tavırla;
“Zelzele oluyor yavrum, oku bildiğin duaları oku.”
Dua okuyorum, Sübhaneke, Salli, Barik… anneannem oku demiş, okuyorum.
Ne olduğunu anlamaya çalışıyor ve öğrendiğim o yeni kelimeyi içimden tekrar ediyorum: “Zelzele”
İnsanlar panik halindeler; ağlayan, bağıran, telaş yapan. Kısa boylu, tombulca yaşlı bir kadın var. Kim olduğunu şimdi hatırlayamıyorum. Herkes gibi o da yalınayak. “Ayağıma taşlar batıyor. ” diyor. Kadın da şokta, ağlamaklı. Ayağımdaki terlikleri çıkarıp teyzeye veriyorum. “Al bunları giy teyze” diyorum, kadın alıyor sağ ol yavrum diyor.
İzmit fabrikalar şehri, biz Derince ilçesindeydik. Bir söylenti çıkmış “Tüpraş patlayacak.” diyorlar. Bir fabrika için de gaz sızdırıyor diyorlar. Herkes dağlara çıksın. “Tüpraş patlarsa ne olur ki?” diye soruyorum, “Yanar şehir, ölürüz. ” diyorlar. Tüpraş ne demek, gözümün gördüğü her şeyi nasıl yakar, insanları, evleri, dağları. Anlayamıyorum, büyükler ne derse dinleyip sadece susuyorum.
Bir vakit sonra arabalar geliyor ve dağlara çıkıyoruz. En küçük kardeşim henüz bir yaşında bebek, teyzemin kucağında. Gözümün önünde o kare, yüzlerce insan bir dağa çıkardılar bizi, bir ağacın altına oturmuşuz, teyzemin kucağında küçük kardeşim ve biz küçük çocuklar da yanındayız. Üstümüzde bir şey yok, kısa kollu bir tişört. Dağ bana serin gelmiş olmalı, üşüyorum ama sesimi çıkarmıyorum.
Ekmek arabaları geliyor dağda bulunduğumuz yere, herkes saldırıyor araçlara. Görseniz izdihamı… kuru ekmek için. Ben de açıkmışım ama söylemiyorum. Bize de bir ekmek geliyor, teyzem bölüyor ekmeği bana ve Eda’ya veriyor. Yan tarafta birilerinin peyniri ve zeytini de var. Çocuğum işte canım mı çekmiş bilmem, onlara bakıp kafamı çektiğimi hatırlıyorum çok kısa bir an. Teyzem bir kızıyor bana.
“Bakılmaz milletin ne yediğine, sen kendi ekmeğine bak.”
Ekmeğimi yiyorum fırçamın üstüne.
Annem ve babam yıkılan evlere gitmişler, söylemesi dile kolay, işte enkaz altında kalanlara yardıma yani.
Biz çocuklar anneannem ve teyzemleyiz.
Bir süre sonra şehre iniyoruz eski mavi bir kamyonla bizim mahalleye gidiyoruz. Bir süre çadırda kalıyoruz. Yardımlar, aşevleri, yemek kuyrukları…
Artçı depremler oluyor. Deprem olurken o yerin sallanması hoşumuza gidiyor, sallanırken ayakta durmaya çalışıyor yere düşünce de patlatıyoruz kahkahayı çocuklarla. Çocukluk işte. Ne bilsin afet nedir, deprem nedir?
Bütün şehir yerle bir olmuş, her yerde yıkılmış binalar. Enkazları görünce deprem anında acaba neler yaptılar, nasıl oldu diye düşünüyorum. Vefat eden tanıdıklarımızı düşünüyorum. Bir sürü kopmuş kol-bacak, kokmuş ölülerin hikayesini dinlemiş kafayı sıyırmışım. Çünkü ben her şeyi hayal ediyorum bir de. Ölmüş bedenleri buz pateni pistine dizmişler diye anlatıyorlar, her geçtiğimde buz pateni pistinin oradan içim titriyor, hâlâ da öyle…
Yirmili yaşlarına getirdiği iki evladına depremde kaybeden bir öğretmenimiz vardı. Henüz dokuz yaşındaydım ama çok acı çekmiştim. Belki de en çok o kadını gördükçe acı çekmiştim.
Yazdıkça yazasım geliyor o yıllara ait birçok şey aklıma geliyor. Nasıl unutulabilir ki… Ne büyük travmalar, anlaması ve idrak etmesi ne zor acılar hele de bir çocuk için. Yıllar geçtikçe anlıyorum, içim acıyor, her yıl daha fazla anlayıp daha fazla yanıyorum. 99 depremini yaşamış jenerasyonun psikolojisi pek iyi değil siz de anlayın…
İnsanın acizliğini gösteren acı dolu bir gün. Unutmak mümkün değil. Çaresizlik bu işte: “Sesimi duyan var mı? ”
Allah bir daha yaşatmasın.