2 Kasım 2020 / Malta
İncindim, incitildim derinden
Terkettim kendimi
Tesadüfen, karşılaştım içimde
Kendimle yeniden…
Konuştukça delikler açılıyordu içimde; ruhumu körelten, geçmişime dokunan küçük parçalarımı ortaya çıkarmak önce kendinden uzaklaşıyormuş gibi hissettirmiş, sonra kendime yaklaştırmıştı beni.
Duygularımı en dipte yaşarken bakmışım ki kendimle kavgam beni bana getirmişti, hep böyle olmuyor muydu zaten?
Kavganın bittiği yerdi sorun aslında, umudun yolunu kaybettiği yer değil miydi orası? Kime karşı umudun yitmişti; kendine ya da yanındakine..
En tehlikelisi aslında kendine olanın bitmesiydi; insanın benleri gidip senler çoğaldıkça yerin dibini boyluyordu. Geçenlerde okuduğum bir kitapta yazar ‘umut insanın geleceğini garantilediği için bugünü elinden alan bir hastalıktır’ demişti. Neden geçmiş, şimdi, gelecek diye 3’e kesin çizgilerle ayırmışız ki anları, anıları? Benim için salise sonrası da bir umuttan ibaretti, neden geçmiş ve şimdi olarak 2’ye ayırıp şimdi ile salise sonrasını da birleştirmiyoruz ki? Hatta böyle yaparak sürekli şimdiyi yakalayamama korkumuzun %50’lik kısmı da ortadan kalkmaz mıydı?
Konuştukça anlamıştım ki anı yaşayacağım diye kendime ettiğim eziyetlerin sebebi geçmişteki o küçük kız çocuğundaki parçalarımdı.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefesle küçük bene gitmiştim, oradaki parçalarıma; dağınık, kırık dökük, paramparça, ilgi, sevgi, en çok da anlaşılmayı bekleyen.
Hadi dedim, gayret et, topla, yapıştır o parçaları ki bugünün seni, o küçük kız çocuğu ile barışsın. Yoksa hayat dardı, her geçen gün darlaşıyordu da. Yükleri bırakmak gerekti, o küçük kız çocucuğunun yüklerini hafifletmeliydi. Yoksa bu kavga hiç bitmezdi. O yüzden konuşmalıydı; ruhta delikler açıp kötünün aktığını görmeliydi, yoksa özgürleşemezdi ruh… Beden…
Ama kolay mıydı o küçük kız çocuğu ile tanıştırmak kendini, aynı sofrada yıllar öncenin yemeğini paylaşmak, aynı acı sudan içmek.
Yine derin bir nefes alıp gözlerimi kapatıp kendimi dışarıdan izledim; küçük lale küpelerim, kırmızı beyaz çizgili tshirt’üm, afrikalı lülük saçlarımla küçücük bir kız çocuğuydum; orada öylece farkedilmeyi bekliyordum, olduğum gibi kabul edilmeyi ama yine de gözlerimin içi pasparlaktı, gülüyordu, umudu vardı bir salise sonrasına.
Bir minicik kiz çocuğu bak duruyor orada hala
Anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa…
80 yaşındaki bilirkişi çok önemli birşey söylüyordu; eline tebeşiri aldı, tahtaya yazıp çizmeye başladı;
‘0-6 yaş grubu çocukluk döneminde yaşananlar, perde arkasındaki karagöz hacivat oyunu gibidir, o dönemde yaşadıkların ip olur şimdiki seni gölgede oynatırlar, bugün verdiğin kararları etkiler ve sen hiç bilmezsin, anlamazsın’ demişti.
‘Bilinçaltı kaydeder ve asla unutmaz’ diye de ekledi.
Ne değerliydi bu bilgiler, ne çok duygumu sorgulatmıştı, ne çok soruma cevaplar bulmuştu seneler önce.
Ama insanın bilinçsizce verdiği kararların kökenine inmesi kolay mıydı? Değildi ama bu pahabiçilemez bir deneyimdi ve değerdi.
Sebebini bilmek kanayan yaraya merhem sürmek gibiydi, hatta bazılarına yara bandı yapıştırıp kapatmak gibi.
Artık beni asla yaralayamaz hayat eğer istemezsem
Yıllar beni kolay yakalayamaz ben durup beklemezsem…
Artık herşey elimdeydi, istersem üzülürdüm kendime, ‘kader’imi yaşardım, istersem de o kıza sarılıp yaralarımızı iyileştirebilirdim.
Kolay değildi o kız çocuğunun karşısına yüreklice çıkıp elinden tutup, kalbini iyileştirip, ‘yanındayım, bak bana nasıl da büyüdün, yetişkin oldun, herseyi yetişkin bilinci ile çözebilirsin’ demek.
Sarılıp onu şimdiki yaşına büyütüp, gözlerinin içine bakıp, kalbinin en seven yerine koyup, güvendesin şimdi demek.
Kolay değildi iki aynı gözü farklı zaman dilimlerinde aynı hizaya getirmek.
Ya yapmasaydım, ya o çocuğun elinden tutmasaydım?
Yeryüzünde travması olmayan hiçbir insan yokmuş, çünkü insan hayatında en az 1 defa sevmediği onu etkileyen bir olayı susup kabul etmek durumunda kalırmış.
Konuşulmayan, çözülmeyen herşey bir gün bir yolunu bulup çıkmaya mahkumdur, çıkmıyorsa da muhakkak sonraki nesile aktarılır diyor yazar Mark Wolynn.
Genellikle de küçük çocuklar, her zaman olmasa da, hayatı ilk çocuklardan -ya da tek çocuktan- biraz daha iyi sürdürürler, çünkü tek çocuklara aktarılmış olan aile geçmişinin bitmemiş meseleleri daha büyük paya sahiptir. Yani dışarıdan bakıldığında kardeşlerden biri travmadan hiç yara almamış gibi görünebilir, diğeri ise yüklenmiş olabilir.
Yani kimse pamuklar içinde değildi, ama -miş, mış gibi yaşayanlar hep vardı ve bu kadar çalışmadan sonra onları çok net bir şekilde farketmeye başlamıştım.
Hem kendimin hem de etrafımdakilerin farkında olmak artık keyifli bir oyuna dönüşmüştü benim için. Her gün kendimle ilgili birşeyi öğrenmek beni gün geçtikçe derinleştirmişti. Ama kendinin farkında olmadan yaşayan -yaşayıp giden- diyelim insanları anlamakta güçlük çekmeye başlamıştım, kendine sığlık beni rahatsız ediyordu, hala da eder.
Hayat buna değerdi, sorgulanmalıydı, derinleşmeliydi, bi altı üstüne gelmeliydi. Ama yok kolay hep ordaydı, ona kavuşmak derinleşmeden daha cazipti, yorulmuyordun, sorgulamıyordun.
Bu sorguya bir kere bile girmeyen kimse bunun keyfine varamazdı, hep uzak görürdü bunu, nerden çıktığı belli olmayan acılarını yok saymak daha kolaydı.
Aslında bir kere geçse kendinden, içinden, derin derin, gördükleri karşısında hayretler içinde kalırdı.
Peki nasıl yapmalıydı, ne yapmalıydı?
Travmaların en büyük özelliği onu anlatma ya da açığa çıkarma konusundaki yetersizliğimizdir der Wolynn. Sadece kelimeleri kaybetmeyiz, aynı zamanda hafızamız ile ilgili kayıplarımız vardır. Travmatik bir olay sırasında, düşünce süreçlerimiz öyle dağınık ve düzensiz hale gelebilir ki asıl olaya ait anıları fark edemez oluruz. Bunun yerine anılarımız, görüntüler, bedensel algılar ve kelimeler halinde içimizde biryerlere dağılır ve bilinçaltımızda depolanır. Sonra herhangi bir şeyle hatta asıl deneyimi uzaktan andıran bir tetikleyici ile aktif hale gelir.
Bunun için neye olması gerekenden çok tepki veriyorsanız oraya bir bakın derim. Bilinçsizce, kendimizi belirli insanlara, olaylara veya durumlara geçmişi yansıtan o tanıdık, eski yollarla benzeri tepkiler verirken bulabiliriz. İşte buraları, bu anları normalmiş gibi kenarda bırakmayın, daha kötüsü ile karşılaşmadan çözün, çözemeseniz de farkına varın, emin olun farkına varmak bile acıyı azaltıyor.
Sabah kalktığınızda bir amaçsızlıkla uyanıyorsanız, içiniz sıkılıyorsa, işyerinde yanınızdaki çalışma arkadaşınızın yaptığı bir yanlışa aşırı tepki veriyorsanız, ilişkilerinizde hep sizden ayrılıyorlarsa, ya da hep siz ayrılıyorsanız, bir parfüm kokusu içinizi eziyorsa, eski bir fotoğrafa bakamıyorsanız, geceden korkuyorsanız, yanınızdan her geçen kişinin size zarar vereceğini düşünüyorsanız, işyerinde yaptığınız kimsenin umrunda olmayan o minik hatayı siz günlerce düşünüp içinizi eziyorsanız, içinizde sürekli onaylanmayı bekleyen minik bir kız/oğlan çocuğu varsa, yanınızda hep birilerinin olmasını istiyor kendinizle kalmakta sorun yaşıyorsanız, ne zaman ‘yapamazsın’ ya da başka sizi etkileyen bir kelimeyi duyduğunuzda sinirleniyorsanız, kısacası ‘bu neden benim başıma geliyor hep ya da neden sürekli aynı şeyi hissediyorum’ diyorsanız, durun orda, bir bakın kendinize, içinize, geçmişinize, söylenmeyi bekleyen şeyler var orada.
Ama iyi ayırdedin sizden mi kaynaklı bunlar ya da başkasının travmasına mı ortak oluyorsunuz. Yani bir arkadaşınız sizi erkek arkadaşını elinden almakla suçluyorsa ve siz kendinizden, bilinçaltınızdan eminseniz, o onun travması, kendi deneyimlediği bir aldatma/aldatılma olayını size malediyor olabilir, çok dikkat edin ki başkasının travması altında ezilmeyesiniz. Onun bilinçaltı oyunları sizinki olmasın.
Bilinmesi gereken en önemli gerçek; hiçbirşey kaybolmaz zihinde, sadece yön değiştir. Bilinçaltı duyulmak için ısrar eder, tekrarlar o yanlışın doğrusunu yaşayana kadar, düzeltmek ister.
İzin verin bilinçaltının kapısının kırılmasına, en azından aralayın, zihninizin bilinçli olmayan ne varsa bunlara ‘kader’ ismini takmasına izin vermeyin sakın, gidin üzerine, size söyleyecekleri var emin olun.
Zihnin odacıklarına ulaşmak hiç kolay değil biliyorum ama içinizdeki kız çocuğuna ulaşmaya değmez mi? Size vereceklerine..
Dilek Bolat