Yunan asıllı Amerikalı bir sanatçı olan Maria Callas’ın son dönemlerine odaklanan bu biyografik dram filmi, Maria’nın hatıralarında derin izler bırakan çalkantılı yaşamını ve kariyerini bizlere aktarıyor.
2024 yılında Pablo Larraín tarafından yönetilen, başrollerini Angelina Jolie (Maria Callas) ve Haluk Bilginer (Aristotle Onassis)’in paylaştığı bu film, içsel çatışmalar ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir hayatın sanata dönüşümünü gözler önüne seriyor. Filmin en beğendiğim yönü, duyguların aktarımındaki muhteşem ötesi oyunculuktu. Ancak böylesine güçlü bir oyuncu kadrosuyla, senaryodaki derinlik eksikliğini bağdaştıramadım doğrusu. Çoğu konu fazla yüzeysel bırakılmıştı. Maria’nın Onassis’e âşık olma süreci, tüm hayatı müzik olmuşken müziği aşkı için nasıl bıraktığı ve aile ilişkileri gibi birçok konu derinlemesine işlenmemişti.
Film, sanat dünyasında kadının nasıl algılandığını ve üçüncü kişiler tarafından onlara nasıl roller biçildiğini de gözler önüne seriyor. Kadınların sanatta ve toplumda güçlü figürler olarak var olmaya çalışırken nasıl ikincilleştirildiğini ve özel hayatlarının nasıl kamu malı hâline getirildiğini de vurguluyor. Toplum, ünlü figürlere hem hayranlık hem de sert eleştirilerle yaklaşırken, onların yaşadığı duygusal ve psikolojik sıkıntıları ne yazık ki göz ardı ediyor. Bu durum geçmişte olduğu gibi günümüzde de fazlasıyla devam ediyor.
Haluk Bilginer’in mükemmel oyunculuğuna da değinmek istiyorum. Aristotle Onassis’i o kadar başarılı canlandırmış ki sanki gerçek Onassis’i izliyorsunuz. Böylesine büyük bir yapımda rol alması beni fazlasıyla gururlandırdı doğrusu.
“Maria”, yalnızca bir biyografi filmi olmanın ötesinde, her dönemde toplumun özellikle kadın sanatçılar üzerinde nasıl bir beklenti içinde olduğunu, şöhretin bireyi nasıl yalnızlaştırdığını ve toplumun bu kişilere bir yandan hayranlık duyarken diğer yandan acımasızca eleştiriler yönelttiğini anlatıyor.